“Little Amélie”, Türkiye’deki izleyicilerle önce 9–11 Ocak tarihlerinde düzenlenecek 11!: Bir Film Hadisesi kapsamında buluşacak, ardından 6 Şubat 2026’da vizyona girecek. Film, hafızanın ve çocukluğun duyusal dünyasını şiirsel bir animasyon diliyle yeniden kurarken, seyircisini hem nostaljik hem de derinlikli bir yolculuğa davet ediyor. Bu özel söyleşide yönetmenler, gerçekliğin sınırlarını aşan bu görsel evrenin nasıl inşa edildiğini, çocuk bakışının sinemadaki karşılığını ve animasyonun hikâyeye kattığı yaratıcı olanakları tüm samimiyetiyle anlatıyor.
Akvarel estetiği ve karakterlerin duygusal bağlarının birbirine dolanma biçimi inanılmaz etkileyici. Özellikle Amélie ve Nishio’nun sarıldığı sahnelerde, çizgilerinin birbirine karışması… Bunu nasıl tasarladınız ve bu hissi storyboard aşamasında nasıl hayata geçirdiniz?
Maïlys Vallade: Uzun yıllardır “kontur çizgisi olmadan” çalışan, renk “lekeleri” ya da “blokları” ile sadeleştirilmiş bu grafik yaklaşımı seviyoruz. Daha çok empresyonist bir tarza yakın ve çoğu zaman karakterlere oldukça yakın duran bir estetik bu. Bizim için önemli olan tarafı, renk biçimlerine şahsi bir dokunuş katması ve karakterler ile mekânlar arasında sınır çizmeyerek, ışığın her şeyin üzerinden akmasıyla birlikte çok bedensel, çok bütünleşik bir görünüm yaratması.
Sanat yönetmenimiz ve ortak senaristimiz Edine Noël ile birlikte referans aldığımız bazı ressamlar vardı: Joaquin Sorolla, Henri Rivière, Hasui Kawase, Sydney Smith ve daha niceleri.
Bu filmde elbette “duyusal” etkiyi, çocukların bakış seviyesine uygun biçimde daha da ileri taşıdık. “Kamera odak” bulanıklıkları ekleyerek yakınlık ve uzaklık hissini güçlendirdik. Özellikle Amélie’nin karakterlere ve nesnelere yaklaşırken keşfettiği bu yakınlık hissi bizim için çok önemliydi; çünkü onun duygularıyla bağ kurmanın anahtarı buydu.
“Grafik ailemiz” önceki filmlerimizde (Tout en haut du monde ve Rémi Chayé’nin Calamity’si) oluştu. Ben öğrencilik dönemimde yaptığım filmlerden beri bu tarzla çalışıyorum; zaten Rémi Chayé’nin o dönemde benimle çalışmak istemesinin sebeplerinden biri de buydu. Bu estetik ekipçe düşünüldü; diğer grafik ortak yazarlarımız Marietta Ren, Marion Roussel, Justine Thibault, Simon Dumonceau ve yöntemin açık mirasını taşıyan Rémi Chayé ile birlikte. Dijital boyama yöntemiyle, arka planlar için Adobe Animate ve Photoshop kullanıyoruz.
Renk, filmin anlatısında elbette hayati bir rol oynuyor ve sahnelerin atmosfer hissine büyük katkıda bulundu. Seçilen tonlar, Amélie’nin algısındaki duyguyu takip edecek şekilde, yıl boyunca mevsimlere göre özel olarak tercih edildi. Ekipteki ressamlar sulu boya ve guajla çeşitli araştırmalar yaptı.
Compositing çalışması da bu görünüm için çok önemliydi: tebeşiri veya hafif kuru bir fırçayı andıran kontur efektleri, bunlara eşlik eden özel efektler, ışık ve su efektleri… Tüm bu unsurlar compositing şefimiz Tevy Dubray tarafından titizlikle araştırıldı ve uygulandı.
Liane-Cho Han: Bence Maïlys her şeyi zaten söyledi. Onun da belirttiği gibi, Rémi Chayé’nin filminden gelen bir mirasımız da var. Fransa’da, birbirinden güzel ve farklı animasyon filmleri açısından çok zenginiz ama neredeyse her yeni proje yapıldığında yeniden tekerleği icat etmek zorunda kalıyoruz. ABD’de ya da hatta Japonya’da olduğu gibi, aynı tarz içinde yıllarca birlikte çalışan büyük stüdyolar bizde yok.
Bu projede ise, tarzı uzun yıllardır bilen aynı olağanüstü sanat ve prodüksiyon ekibiyle çalışabildik; bu sayede anlatım ve duyguya daha fazla odaklanmamız mümkün oldu. Elbette bu tarz, hikâyenin ve tonun gerektirdiklerine göre evriliyor ama yine de aynı kökten besleniyor. Böylece çok daha verimli çalışabildik.
Amélie, hem Belçika’da hem de Japonya’da büyüyen bir çocuk. Onun bu iki kültür arasındaki deneyimini aktarırken, bilinçli olarak hangi görsel veya sembolik detaylara özellikle vurgu yaptınız?
Maïlys: Bu hikâye 1960’ların sonlarında Japonya’da geçiyor ve Amélie Belçikalı bir gurbetçi aileden geliyor; babası o dönemde Belçika Büyükelçiliği’nde konsolos. Bu yüzden ilk büyük zorluk, dönemi mümkün olduğunca doğru şekilde yansıtmaktı. Filmin büyük bölümünün geçtiği geleneksel Japon evi çok önemli bir rol oynadığı için, özellikle bu mekânın doğru aktarılmasına büyük özen gösterildi. Aydınlatma da sahneler için aynı ölçüde önemliydi. Bu nedenle Eddine Noël, döneme özgü geleneksel bir evi — fakat Batılı eşyalarla döşenmiş hâliyle — yeniden yaratmak için kapsamlı bir araştırma yürüttü. Sahnedeki her nesnenin o dönemde gerçekten var olduğundan emin olmak için özel bir titizlik gösterildi. Bahçe için de aynı dikkat geçerliydi.
İkinci büyük zorluk ise odaklanacağımız temaları belirlemekti. Bu amaçla grafik yazar ekibimiz Japonya’yla ilgili en önemli temaları desteklemek için bir konsept aşaması gerçekleştirdi:
● Baloncuk: Yaratan değil, tam tersine, hareketsiz ve sıradan dünyadan kopuk bir tanrıyı ifade ediyor; Zen’in bir türünü simgeliyor.
● Yokaï / okuma: Bu, Amélie’nin genç Japon kız Nishio-san ile kurduğu ilk gerçek bağlantıdan ilhamla ortaya çıktı. Ona, okumayla Amélie’nin tüm dikkatini çekme gücü vermek istedik (bu, orijinal yazar için de bir selam niteliğinde) ve Japon ruhani varlığına — “tanrıların koruması”na — doğrudan bağlı bir unsur yarattık. Küçük kahramanı etkilemek için her şey buna göre tasarlandı.
● Çark gibi dönen liçi meyveleri: Bunlar iki ruh eşi olan Nishio-san ve Amélie’yi, birbirlerinin yörüngesinde dönen iki varlık olarak simgeliyor.
● Sağanalar (carp) ve koinobori bayrakları: O dönemde erkek çocukları simgeliyordu; eskiden “Tango no sekku” olarak bilinirken, bugün tüm çocuklar için “Kodomo no hi” olarak adlandırılıyor.
● Ölüm / Obon: Uyarlamamızda en çok odaklanmayı seçtiğimiz temalardan biri ölüm ve yas süreciydi. Bunun için Amélie’ye kaybı, yokluğu ve acıyı olumlu bir yollarla aşmasını sağlayacak bir şey bulmamız gerekiyordu: bir altar, bir ritüel ya da bir kutlama. Obon festivali film için mükemmel tarihti.
● Çakıl nehir yatağı ve Kashima-san’ın inziva evi: Olumsuz yas ve içe kapanmayı temsil eden Kashima-san’ın uzak, çok geleneksel bir yerde yaşamasını istedik. Japonya’nın ünlü kuru bahçeleri, karakteri yansıtmak ve Amélie onun kutsal alanına girdiğinde hissedilen “istilacı” etkiyi güçlendirmek için idealdi.
LC: Burada her şey zaten söylenmiş durumda. Ben sadece yağmur karakteri **“ame”**yi eklemek isterim; Japoncada “yağmur” anlamına geliyor. Nishio-san’ın Amélie’ye bu karakteri yazmayı öğretmesi, Amélie’yi Japonya’ya bağlayan güçlü bir sembol oluşturuyor. Kitapta oldukça küçük bir ayrıntıydı ama biz bunu özellikle vurgulamak istedik; çünkü Amélie’nin kimliğini ve kendini iki kültür üzerinden nasıl tanımladığını gerçekten çok iyi yansıtıyor.
Aynı zamanda çok etkileyici bir anlam da taşıyor: Filmin sonunda Amélie’yi hayata döndüren, Nishio-san ile olan o anıyı ona hatırlatan şey yine “yağmur” karakteri oluyor. Ona, sadece birinden değil, her iki kültürden geldiğini hatırlatmak için.

Amélie’nin bakış açısı sade ama derinden etkileyici. Bu bakış açısını oluştururken gerçek çocuk gözlemlerine mi, kendi anılarınıza mı yoksa tamamen stilize edilmiş duygusal bir dünyaya mı dayandınız?
Maïlys: Bu bakış açısını belirlemek çok zordu; bitmiş filmi izlediğinizde basitmiş gibi görünebilir. Ama anlatı kurgusu açısından karşılaştığımız en büyük zorluktu. Sadece görsel olarak değil, özellikle hikâyenin bütün yapısı ve Amélie’nin anlatıcı sesi açısından — ki bu ses filmi adeta baştan sona yapılandırdı.
Öncelikle şunu anlamamız gerekiyordu: Amélie’yi yaratıcı süper güçleri olan bir karakter haline getirmeyecektik. Tüm film boyunca onun algısında olacaktık. Böylece herhangi bir zorluk olmadan sürreal bir sahneden son derece gerçekçi bir sahneye geçebilecektik; çünkü bu bakış açısından her şey mümkündü. Ama tüm bu geçişlerin, o anki duygusuyla tam olarak bağlantılı olması şarttı.
Filmin başlangıcı onun dünyaya gelişi; bakışı henüz her şeyi okuyamıyor, her şey aşırı ışıklı. Ardından bedeninin kontrolünü eline aldığında, hareketlerini yönettiğinde, işte o zaman her şey mümkün hale geliyor. Nesnelerin ölçeği hayal gücüne göre değişebilir, sahnelerin kurulumu da aynı şekilde.
Amélie’nin kendine özgü bakışı ve çocuk gözünden sahneleme tercihi, anlatıyı hem çocuklara hem yetişkinlere ulaşabilir kılan sinemasal seçimler oldu. Ekibin tamamı, erken çocukluk dönemindeki kendi anılarına ve duygularına başvurdu — bir böceğe odaklandığımız, bir bakışın içimize işlediği ya da yolda yaşadığımız küçük bir kırgınlığın bile büyük göründüğü zamanlara.
LC: Elbette kendi çocuklarımız bizim için muazzam bir ilham kaynağı. Yıllar içinde onların gelişimini takip ediyorsun ve bu inanılmaz derecede büyüleyici. Oğlum 8 yıl önce doğduğunda çok zor bir bebekti. O zaman fark ettim ki, yalnızca Amélie kendini tanrı sanmıyor; aslında bütün çocuklar kendilerini tanrı zanneder.
Amélie hem kişiliği hem de içinde bulunduğu ortam açısından çok özgün olsa da, her çocuk erken çocukluktan çocukluğa geçerken bu evreden geçer. Evrenin merkezinde olduklarına inanırlar; ta ki aslında merkez olmadıklarını, onun bir parçası olduklarını anlayana kadar. Bir bakıma Amélie’nin deneyimlediği şey tam olarak bu. Filmin sonunda bu hayal kırıklığını kurduk ama aynı zamanda “tanrı olmamak da sorun değil” demek istedik; çünkü ancak o zaman ailesine ve dünyaya açılmaya başlıyor.
Elbette kendi anılarımızı da kullandık; daha bulanık ama tamamen duyguya dayalı olan anılar… Küçükken annemle babamın tartıştıklarını ve birbirlerine bağırdıklarını hatırlıyorum; konunun ne olduğunu anlayamasam bile üzerimdeki gerginliği hissedebiliyordum. Tıpkı finalde Nishio-san ile Kashima-san tartışırken Amélie’nin hissettiği gibi.
Hepimiz, uzun bir günün ardından ebeveynlerimizin bizi eve götürdüğü o anları da hatırlarız — güneş batarken arabada uyuklamak, dinlemek ya da cama düşen yağmur damlalarını izlemek… Tüm bu duygular hikâye anlatımına katkıda bulundu.
Filmde Amélie’nin “insanlaşma” süreci hem fiziksel hem de duygusal bir uyanış. Bunu animasyon aracılığıyla somut olarak nasıl ifade ettiniz (renkler, çizgi geçişleri veya sahne ritmi gibi) ve nasıl bir yaklaşım benimsediniz?
Maïlys: Diyebilirim ki, öncelikle mümkün olduğunca “duyusal” olmaya çalıştık; yani her şeyi gerçekliğe kıyasla daha da büyütülmüş hissettirmemiz gerekiyordu. Çünkü Amélie’nin hisleri oldukça “olağanüstü” ve “katlanarak artan” bir nitelikte. Gelişimi çok ani: tam hareketsizlikten kaotik bir harekete geçiyor; ardından kaotik hareketten daha ‘normal’ fiziksel evrime ve oradan da aniden gelen bir “öz farkındalığa” (beyaz çikolata sahnesiyle) ulaşıyor. Bu hızlı gelişimler, sahnelemenin mikroskobikten devasa olana, hareketsizlikten tam hıza geçmesine imkân tanıyan bir yapı kurmamızı sağladı. Bu hızlı evrimleri güçlendiren bakış açıları ve unsurlar da benimsedik.
Örneğin, ilk uyanışındaki baş dönmesi için: minicik bir toz zerresinin sebep olduğu şok dalgası sonuçta bir devi uyandırıyor; yani ayağa kalktığında bedeninin ağırlığını ilk kez hissediyor. Bu yüzden yavaşlatılmış, ağır hareketler ve hafifçe yoğunlaştırılmış renkler bu durumu anlatmaya yardımcı oldu.
Kurgulama ve temsildeki eliptik seçimler de tüm bu unsurları güçlendirdi:
— Onu görmeye gelen hacılar,
— Timelapse kullanımı,
— Filmin bütün zaman algısı…
Tüm bunlar kurgunun ritmiyle genişleyecek şekilde tasarlandı; bir müzik parçası gibi hızlanıp yavaşlayarak. Mari Fukuhara’nın bestelediği müzikse çok önemli bir sembolik role sahipti; seçilen her enstrüman her temayı ve her sarsıcı değişimi son derece hassas biçimde eşlik ederek vurguladı.
LC:Maïlys’in de söylediği gibi, her şey duyum ve algı üzerinden ilerliyor. Daha önce bahsedildiği gibi, renk, ölçek ve detayların tanımı da onun “insan olma” sürecindeki dönüşümünün bir parçası. Bahçenin sınırsızmış gibi görünürken yavaş yavaş sınırlar kazanmaya başlaması… Ya da renklerin giderek daha az parlaması ve doygunluğunu yitirerek daha “gerçekçi” hale gelmesi buna dahil.
Aynı şekilde fiziksel olarak da Amélie, bebeklik ile çocukluk arasında özel bir aşamada. Örneğin filmin sonunda boynunun uzamaya başladığını görebiliyoruz; bu, artık ne bir yürümeye başlayan çocuk ne de bir “tanrı” olduğu anlamına gelen fiziksel bir işaret.

Hafıza ve çocukluk teması filmde hem nostaljik hem de düşündürücü bir ton yaratıyor. Sizce animasyonun, anıları ve çocukluk deneyimlerini aktarma konusunda canlı çekim ya da geleneksel sinemaya kıyasla ne gibi avantajları var?
Maïlys: Çizim ve resim, duyumları güçlendirebilir. Sanatçılar gerçekliği kendi bakışları aracılığıyla aktarır; ayrıntı bolluğu ve aşırı gerçekçi durumlar arasında fark etmediğimiz şeyleri sentezleyen, hatta abartan bir biçimde yorumlarlar. Gerçeklik çok önemlidir; yaklaşımımızda başlangıç noktamız tam olarak burasıdır. Hatta, bir pencere üzerindeki bir damla gibi son derece gerçekçi bazı sahneler, biçimlerinin sadeleştirilmesi sayesinde ikonik ve olağanüstü hale gelir. Animasyon, metaforları ve gerçekliğin bozulumlarını hayata geçirmek için harika bir araçtır.
Anlatım dilimiz, bir adım geriye çekilme ve ardından unsurları ile sembolleri ustaca bir araya getirme yeteneğini beraberinde taşır; bence bu sayede “süper-bağlantılar” yaratabiliriz. Hikâyemizde bu çocuksu bir bakış var ve grafik üslup, genel formunda oldukça naif, renklerinde ise son derece asidik. Bu naiflik, Amélie’nin duygularını anlamaya ve onlarla empati kurmaya tamamen katkı sağlıyor.
Bir çocuğun hayal gücünü yeniden üretmek zor; bu nedenle en küçük hareketin ve bakılan en küçük unsurun kurgulanması ve tutarlılığında, en derin anılarımıza —son derece kişisel kaynaklara— erişme çabasını çok dokunaklı buluyorum.
LC: Burada söylenebilecek hemen hemen her şey söylendi aslında. Bu, hep şu bitmeyen soruya geliyor: Neden animasyon, neden canlı çekim değil? Ayrıca, istediğimiz şekilde oynayabilecek gerçek bir 2,5 yaşında oyuncu bulmak da oldukça zor olurdu. Bu oyuncunun ailesi, 2,5 yaşındaki çocuklarının denizde boğulmasına ya da çiçeklerin CGI hâline geleceği bir trambolinde zıplayıp taklalar atmasına izin verir miydi?
Animasyon, karakterlerin performansını istediğimiz biçimde yönlendirebilmemiz açısından bize belirli bir kontrol de sağlıyor. Ayrıca, canlı oyuncularla çekip üzerine CGI efektleri eklemek zorunda kalmamıza kıyasla, genel görsel dünyada bir tutarlılık sunuyor.
Ayrıca eminim ki canlı çekimle yapmak çok daha pahalıya mal olurdu. Örneğin bir Japon evinin tamamını stüdyoda yeniden inşa etmek…
En önemlisi, izleyicinin karakterlerle bağ kurması. İnsanlar “Animasyon izlediğimi unuttum, gerçek sinema izledim,” dediğinde bizim için en büyük iltifat bu oluyor.
Küçük bir karakter üzerinden kayıp ve aidiyet gibi yoğun duyguları aktarmak kesinlikle zor olmalı. Bu süreçte karşılaştığınız en büyük zorluklar nelerdi ve bunların üstesinden nasıl geldiniz?
Maïlys: En büyük zorluk yazım süreciydi; özellikle Amélie ile Nishio-san arasındaki ilişki üzerinden, savaş sonrası Japonya’da ölüm ve yas gibi ağır temaları ele alıp bunu hem genç hem yetişkin tüm izleyiciler için erişilebilir kılmak… Üstelik çok katmanlı bir yorum alanı yaratmak gerekiyordu. Amélie ile Nishio-san arasındaki bağı, olabilecek en yüksek noktaya kadar esnetmemiz şarttı. Bu gerçekten görünmez bir lastiği germek, yayı çekmek ve ok fırladığında bu bağın kopmasını izlemek gibiydi.
Bunu yapabilmek için Kashima-san karakterini tamamen yeniden düşünmemiz gerekti. Ona kitaptakinden çok daha somut bir geçmiş verdik ve Nishio-san ile arasındaki ilişkiyi belirginleştirdik: Kashima-san baskın taraftı, Nishio-san ise bir hizmetçi. Kashima-san, savaş sırasında itibarı sarsılmış eski bir aristokrattı ve iki kadının geçmişte yaşadığı korkunç olaylar arasındaki denge, küçük Amélie’nin hikâyesi boyunca yaşayacağı tüm dolaylı yıkımın mihenk taşı oldu.
Sonuç olarak film, bu kayıp duygusunu kavramamızı ve bu soyut, baş döndürücü durumdan çıkış için olumlu anahtarlar bulmamızı sağlayan bir kadınlar üçgeni —hatta dörtlüsü— üzerine kurulu: büyükanne, Nishio-san ve Kashima-san, Amélie için çok önemli figürler. Onların ortaya çıkış ve yok oluşlarının ritmini doğru ayarladığımızda, Amélie’nin tüm hikâyeyi çözeceği doruk noktasına ulaşmak mümkün oldu.
Anlatıcı sesinin felsefi ve olgun perspektifi de filmin en zorlu aşamalarından biriydi; post-prodüksiyonun sonuna kadar tekrar tekrar yazmak zorunda kaldık. Bunun sonucunda, benim deneme seslerimin ve kurgucumuz Ludovic Versace’in seslerinin üzerine animasyon yapıldıktan sonra seslendirme sanatçılarını kaydetmemiz gerekti. Bu anlatıcı sesi hikâyenin bütün yapısını taşıyordu ve bize nereden seslendiği de çok önemliydi: Bu ses, hikâyenin sonunda karşımıza çıkan Amélie’nin sesi, daha ileri bir noktadan gelen bir anlatıcı değil.
Bu sesin fazla baskın olup izleyiciyi bunaltmaması ama yokluğunun da hikâyeyi boş ve fazla hüzünlü bırakmaması çok kritik bir dengedir.
İki Japon kadının karşı karşıya gelip kendi deneyimlerini, farklı kuşak ve sosyal sınıf geçmişleriyle birlikte kıyasladıkları sahnenin dengesini bulmak bizim için filmin en zorlayıcı kısmıydı.
Ve en önemlisi, orijinal kitapta oldukça karanlık olan finali dönüştürüp daha olumlu bir mesaj ve umutlu bir son yaratmaktı.
Bu filmde empati temasını ele almak istedik; eğer köksüzlük ve yönünü kaybetme duygusunu Belçikalı bir küçük kız üzerinden, onun Nishio-san’a olan sevgisi, onun hikâyesi ve Japonya ile kurduğu bağ aracılığıyla aktarabiliyorsak — amacımıza ulaşmış oluruz.
Amélie ideal bir dünyada yaşıyor ve bizim göstermemiz gereken şey ideal olanın her zaman gerçek olmadığıydı; şeyler her zaman hayal ettiğimiz gibi olmak zorunda değil — ama bu da sorun değil. Sorular sormak için alçakgönüllülüğe sahip olmalıyız. Bazı şeyler elimizden kaçabilir ama onların ardında her zaman başka bir şey vardır; bu, en az öncekiler kadar iyi olabilir, hatta daha iyi bile olabilir.
LC: Burada söylenen her şey gerçekten kusursuz. Ekleyebileceğim çok bir şey yok. Film süreci gerçekten zorluydu. Orijinal kitap çocuklar için yazılmamıştı ve çok ağır temalar içeriyordu. Ama Maïlys ile en başından beri hem gençlere hem yetişkinlere hitap eden kuşaklar arası bir film yapmak istedik.
Ve bu dünyada herkesin bir çocuğun neyi kaldırabileceği ya da anlayabileceği hakkında çok güçlü bir fikri var.
Biz Maïlys ile çocukların düşündüğümüzden çok daha fazla şey anlayabildiğine inanıyoruz — sadece farklı şekilde anlıyorlar. O yüzden onlara güvenmeye karar verdik.
Elbette sorular soracaklardır, bu iyi bir şey. Biz yetişkinler ya da ebeveynler olarak, “anlamayacaklar” diye kaçınmamalıyız. Sadece doğru açıdan anlatmamız gerekiyor. Tıpkı Nishio-san’ın savaşı ve kendi hikâyesini yemek pişirme üzerinden anlatması gibi.
Aynı şey “Tanrı” kavramı için de geçerli. Herkesin Tanrı’nın ne olduğuna dair farklı görüşleri var. Biz bu konuyu olabildiğince minimal tuttuk; odağı Amélie ve Nishio-san arasındaki ilişkiye vermek istedik. “Tanrı” ya da “Tanrı değil” kavramlarını daha çok dünyaya kapalı olmak ya da dünyaya açılmak metaforları halinde kullandık.
Hayal kırıklığı ve hafıza kavramını ise bir aşamadan diğerine geçişte yapı taşı olarak değerlendirdik..






Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.