A Second Life, Ankara Film Festivali’nde gösterildiği seçkide öne çıkan yapımlardan biriydi. Paris’te geçen ve işitme engeli, sessizlik, depresyon temalarını hassas bir dille ele alan film; özellikle ses tasarımı ve görsel tercihleriyle dikkat çekti. Bu röportajda Slama ile filmin yaratım sürecini, tematik tercihlerini ve duyusal yapısını ele aldık.
Elisabeth’in işitme kaybını yansıtmak için ses geçişleri ve sessizlikler kullanıyorsunuz. Bu kadar immersif bir ses evreni yaratırken sizi besleyen gerçek deneyimler veya sanatsal referanslar nelerdi?
Ben işitme engelli biri değilim, dolayısıyla bu işitme bozukluğuna dair doğrudan bir deneyime sahip değilim. Bu nedenle konu hakkında çok fazla araştırma yaptım ve bu işitme bozukluğunu yaşayan kişilerle röportajlar gerçekleştirerek onların ses algısını ve bu bozukluğun hayatlarında nasıl işlediğini anlamaya çalıştım.
Sinema salonunu, seyirciyi hem işitsel hem görsel bir deneyim tiyatrosuna daldırabileceğimiz bir yer olarak görmeyi seviyorum. Bu doğrultuda, ses post-prodüksiyon ekibiyle birlikte filmi mümkün olduğunca immersif hâle getirmeye çalıştık. Elbette Sound of Metal gibi örnekler vardı, ancak biz biraz daha farklı bir şey ortaya koymak; hem duyan hem de duyamayan insanların arasında bir yerde konumlanan bu karakteri göstermek istedik.
Monet’nin “Nilüferler” tablosunu, Elisabeth’in kaostan ve işitsel sorunundan kaçmak için sığındığı içsel bir alan olarak kullanıyorsunuz. Monet’nin yaşamının son yıllarında ciddi bir görme bozukluğuna rağmen resim yapmaya devam etmiş olması ile karakter arasında daha derin bir yankı olup olmadığını merak ediyorum. Dünyayı algısı değişen bir sanatçı ya da bireyin yoluna devam etmesi fikri, bu tabloyu seçmenizi veya Elisabeth’in karakter inşasını etkiledi mi?
Bu tabloyu çok içgüdüsel bir şekilde seçtim. Karakter için bir tür sığınak niteliğinde bir mekân arıyordum. Kısmen figüratif ama insan temsili barındırmayan, 91 metre uzunluğundaki bu tablo bana olası bir huzur kaynağı gibi geldi. Dilin zorunlu olmadığı, deneyimin duyusal yönünün öne çıktığı ” su, bitkiler, su üzerindeki yansımalar ” hepimizin bildiği ortak bir duyusal alan sunuyordu. Monet’nin Nilüferler’in bir kısmını katarakt ile boyadığını ise çekim sırasında öğrendim. Bunu filme entegre ettim ve sezgisel seçimin aslında daha derin bir anlam taşıdığını görmekten memnun oldum.
Elisabeth ve Elijah arasındaki bağ kısa sürede gelişse de oldukça derin ve kırılgan. Bu ilişkiyi özellikle bir tür “terapi” olarak mı kurguladınız, yoksa yazım sürecinde karakterler sizi doğal bir şekilde bu dinamiğe mi yönlendirdi?
Yazım sürecinde Hermann Hesse’nin Bozkırkurdu romanından çok etkilendim. Ergenlik dönemimde keşfettiğim ve o sıralar tekrar okuduğum bir romandı. O romanda da bir karakter diğerine yardım eder. Bu tema projenin temelinde vardı aslında. Ayrıca Elijah gibi bir karakteri yaratma fikrini seviyordum; sanırım hayatımın bazı dönemlerinde benim de bir Elijah’a ihtiyacım olurdu.
Film, derin bir melankoli taşımasına rağmen şaşırtıcı derecede sıcak bir renk paleti kullanıyor. Bu sıcaklık, yer yer Elisabeth’in bilinçsizce gerçekliğinden daha aydınlık bir duygusal alan yaratma çabası gibi hissediliyor. Bu bilinçli bir tercih miydi? Yani karanlık bir psikolojiyle yumuşak bir görsel evreni bilinçli olarak yan yana getirmek yani neredeyse “depresif bir feel-good” tonu yaratmak istediğiniz bir şey miydi, yoksa bu daha çok karakterin dünyayı nasıl algılamak istediğine dair öznel bir yaklaşım mıydı?
Böyle bir konu işlerken gri ya da mavi tonlarda bir film yapmak istemedim. Renklerin karakteri hayata, dünyanın canlılığına doğru çekmesini istedim. Aynı zamanda Elisabeth’i tamamen bir balonun içinde izole etmeye çalıştım. Arka plan uzak, bozulmuş… Sanki dünyaya bir camın ardından bakıyor ve ne dokunabiliyor ne de dokunulabiliyor. “Depresif feel-good” tanımı ise bana oldukça anlamlı geliyor.
Şu anda üzerinde çalıştığınız bir proje, bir film, bir işbirliği ya da geliştirme aşamasında bir fikir var mı? Eğer yoksa, gelecekte gerçekleştirmek istediğiniz bir proje ya da çalışmayı arzuladığınız bir tema bulunuyor mu?
Şu anda birkaç film projesi yazıyorum. En ilerlemiş olanı Paris sokaklarında geçen bir gerilim filmi. A Second Life’tan oldukça farklı. Hizmetçisi tarafından rehin alınan bir milyarderin hikâyesi. Kalabalığın ortasında, Paris sokaklarında geçen bir tür kapalı alan gerilimi.
Second Life filminin incelemesi için buraya tıklayabilirsiniz…






