Mary Blair, 1950’lerde Walt Disney’nin görsel stilini en çok etkileyen sanatçıydı; hem masalsı tasarımlarıyla hem de cesur renk seçimleriyle. Fakat Blair ailesindeki tek sanatçı Mary değildi. Eşi Lee Blair de bir konsept sanatçısı, suluboya ressamı ve animasyon yönetmeniydi. Birçok açıdan birbirlerine meydan okuyorlardı. Mary, belki de eşinin sanatsal etkisi olmasa, animasyon ve illüstrasyon tarihine adını yazdıramayacaktı; aynı şekilde Lee de eşinin etkisi olmadan animasyon tarihindeki yerini bulamayabilirdi.
Lee Everett Blair, 1 Ekim 1911’de Los Angeles’ta doğdu. Babası bir inşaat ustası, annesi ev hanımıydı. Lee ve erkek kardeşi Preston, Redlands, California’da büyüdü ve liseye burada gittiler. Lee’nin sanat kariyeri, ileride meslektaşı olacak suluboya sanatçıları Phil Dike ve Elmer Plummer ile birlikte bu mütevazı kasabada filizlendi. Yıllar sonra o dönemi şöyle anımsayacaktı:
“Redlands Lisesi’ndeki öğretmenimiz Bayan [Mary Louise] Arnold’dı ve Phil Dike, ben ve Elmer Plummer üzerinde büyük etkisi oldu. O zamanlar hepimiz aynı sınıftaydık. Hayattaki felsefesi şuydu: ‘Ne yaparsanız yapın ama sakın ortalığı kirletmeyin.’ Biz de aynen öyle yaptık. Resim yapmaya dair çok özgür bir yaklaşımı vardı. Sonra ailem Los Angeles’a taşındı ve [Polytechnic] Lisesi’ne devam ettim. 1930’da mezun oldum. Chouinard Sanat Enstitüsü’nden burs kazandım ve orada tasarım hocam Patti Patterson, figür çizimi hocam Lawrence Murphy ve birkaç başka eğitmenim vardı. Burslu olduğum için ne istersem alabiliyordum. Ticari sanat dersi de aldım; hocamız Edward P. Adams’tı, New York’taki J. Walter Thompson ajansında Ford hesabı için çalışmıştı…”
Lee, Chouinard’daki eğitimi sayesinde kısa sürede California Suluboya Okulu olarak bilinen, Amerikan Sahne Resmi akımının batı yakası temsilcilerinden biri hâline geldi. Bu sanatçı grubunun içinde Hardie Gramatky, Charles Payzant, Phil Dike ve Elmer Plummer gibi isimler vardı ve bu isimlerin çoğu 1930’larda Disney Stüdyoları’na katıldı.
Lee üzerinde etkili olan bir diğer önemli öğretmen ise, Meksikalı duvar ressamı David Alfaro Siqueiros’tu. Siqueiros, Chouinard’da duvar resmi dersleri veriyordu. 1932’de, öğretmenleri ve arkadaşlarıyla birlikte –ki bu grupta Millard Sheets, Don Graham, Elmer Plummer ve Bruce Bushman da vardı–, Siqueiros’un Street Meeting isimli fresk çalışmasına yardım etti.
1933 yılında Lee, Chouinard’da tanıştığı bir başka öğrenci olan Mary Robinson’a âşık oldu. 3 Mart 1934’te evlendiler. Yaklaşan düğün nedeniyle Lee’nin sabit bir gelir elde etmesi şarttı, bu da sanatsal hayallerini bir süreliğine ertelemesi anlamına geliyordu. Yıllar sonra bu süreci şöyle anlatmıştı:
“Mary’yle birlikte sanat okulundan ayrıldığımızda asıl amacımız güzel sanatlar ve illüstrasyon alanında ilerlemekti. O zamanlardaki hedefimiz New York’a gitmek ve illüstrasyon dünyasında kendimize bir yer edinmekti. Animasyon bizim için sadece bir basamaktı. O yıllar Büyük Buhran dönemiydi ve maaşlı bir işe ihtiyacımız vardı.”
Lee’nin kariyeri aslında biraz rastlantıyla başlamıştı. Bir gün, Beverly Hills’teki Ub Iwerks Stüdyosu’nun Flip the Frogadlı animasyon için eleman aradığını öğrendi. Bu haber üzerine Chouinard’daki bursunu ve eğitimini bırakıp orada işe başladı. Portföyünde iyi çizilmiş canlı model çalışmaları vardı, bu yüzden doğrudan inbetweener (ara çizim sanatçısı)olarak işe alındı. Ama suluboyadan da hiç kopmadı. Hatta stüdyodaki arkadaşlarıyla birlikte cumartesi günleri dışarı çıkıp suluboya çalışmaları yapmaya devam etti.
Fakat bu iş uzun sürmedi. O dönemki yöneticisi Grim Natwick’ti. Lee hızlı öğrenip yetenekli bir çizer haline gelmişti, fakat terfi ettirilmemesi onu hayal kırıklığına uğrattı:
“O kadar iyi ve hızlı oldum ki, asistan olmama izin vermediler… Buna çok sinirlendim ve Harman-Ising Stüdyosu’na geçtim.”
Aslında Lee’nin ilk tercihi Disney Stüdyoları’ydı. Kalite açısından en iyi yer olduğunu biliyordu. Ancak bir yandan da yedek plan gerekiyordu. Bu nedenle Warner Bros.’un çizgi filmlerini yapan Schlesinger Stüdyosu, Harman-Ising ve Disney olmak üzere tüm büyük stüdyoları denemeye karar verdi. 1 Temmuz 1934’te Mary’e yazdığı mektupta şöyle diyordu:
“Cuma günü tüm testlerimi topladım ve Schlesinger’a götürdüm ama baş animatör izne çıkmış, iki hafta yokmuş (düşünebiliyor musun?). Sonra Harman-Ising’e gittim, Tony Pabian vardı sadece. Bana haftalık 40 dolar ya da fazlasını verebileceklerini söyledi. Bu hafta başında haber vereceklerdi. Ama sonra düşündüm ki, Disney dışında bir yere girmek tembelce olur. O yüzden Hardie Gramatky’yi arayıp iş aradığımı söyledim. Benim için Ben Sharpsteen ile konuşacaklarını söyledi. Salı günü Sharpsteen ile görüşmeye çalışacağım.”
Disney kulağa iyi bir seçenek gibi geliyordu ama bir sorun vardı: Orada ancak inbetweener olarak başlayabilecekti. Bu onu tatmin etmedi. 3 Temmuz’da Mary’ye yazdığı başka bir mektupta şöyle dedi:
“Bugün Disney’e gittim, ancak sadece inbetweener olarak başlayabileceğimi söylediler… Saçma! Bunun üzerine tekrar Harman-Ising’e gittim. Mr. Harman test çizimlerimi beğendi. Günlük üç-dört fitlik animasyon yapabileceğimi ve 35 dolara çalışacağımı söyledim. Yarın Mr. Ising ile görüşmeye gideceğim. Gerçekten güzel bir çalışma ortamı var.”
Ertesi gün, Hugh Harman tarafından işe alındı. İlk işi Bosko karakteri içindi. Bu kez sadece ara çizim değil, gerçek animasyon sahneleri de yapmaya başladı. İlk animasyon sahnesi bir yumurtanın yuvarlandığı sahneydi – kimse bu sahneyi istememişti ama Lee onu zekice çözdü:
“Sahne, yuvarlanan bir yumurtayla ilgiliydi. Kim böyle bir sahneyi ister ki? Ama ben yumurtanın eksenini kullandım, bir ucu daha küçüktü vs… Bu sayede animatör oldum.”
Sadece bazı kısa filmlerin renk stilini belirleme şansı yakalamakla kalmadı, Lee aynı zamanda Happy Harmonies çizgi filmi To Spring’i, meslektaşı Bill Hanna ile birlikte yönetmesi için görevlendirildi. Bu teklif onu çok heyecanlandırmıştı ve 1936 Mayıs’ında Mary’ye yazdığı mektupta şöyle diyordu:
“…bu yeni projeye başlamak üzereyiz, Bill Hanna ile birlikte yöneteceğiz. Renkler konusunda tam bir özgürlük verdiler bize. Ben sahneleri renklendiriyorum, Bill de animasyonla ilgileniyor. Bu filmde gerçekten içimizi dökebileceğimiz bir alan bulduk. Stüdyodaki çocuklar da çok heyecanlı.”
Lee’nin sanatsal bakış açısı ve suluboya tekniğindeki ustalığı, bu dönemde yaptığı işlere damgasını vurdu. Disney’in o dönemde hâkim olan koyu, Arthur Rackham tarzı paletine karşılık; Lee ve ekibi, canlı ve parlak renklerle daha neşeli, daha cesur bir estetik yarattılar.
To Spring’in ardından Lee, başka projelerde de renk stilisti ve konsept sanatçısı olarak yer aldı. Artık sadece bir animator değildi; aynı zamanda görsel dünyanın renk mimarıydı.
Lee kariyerinde emin adımlarla ilerlerken, Mary de kendi çizgisel dünyasını oluşturmaya başlamıştı. 1933 yılında Chouinard’da tanıştıkları o ilk andan itibaren hem sanatsal hem duygusal olarak birbirlerini tamamlıyorlardı. Mary’nin hayal gücü, Lee’nin teknik bilgisiyle bütünleşiyor; Lee’nin renk ve kompozisyon anlayışı, Mary’nin illüstratif cesaretiyle zenginleşiyordu.
1934’te evlendiklerinde, ikisinin de amacı New York’a gidip illüstrasyon dünyasında kendilerine bir yer edinmekti. Ancak Büyük Buhran tüm hayalleri daha temkinli kurmaya zorluyordu. Yine de ikili hiçbir zaman sanattan kopmadı. Animasyon onlar için geçici bir duraktı ama o geçicilik zamanla kalıcı bir tutkuyu doğurdu.
Lee’nin Harman-Ising’deki çalışmaları sürerken, Mary de benzer bir yol izleyerek animasyon stüdyolarında yer aldı. Birbirlerine ilham oldular, fikirlerini tartıştılar, birlikte eskizler yaptılar, renkleri konuştular. Bu dinamik alışveriş, ikisini de zamanlarının ötesine taşıyacak birer sanatçıya dönüştürdü.
Mary’nin ileride Disney’in görsel estetiğini kökten değiştirecek özgün tarzının arkasında, bu karşılıklı etkileşimli birliktelik vardı. Ve Lee’nin kariyerinde yönettiği filmlerden, yaptığı renk çalışmalarına kadar pek çok iz, Mary’nin hayal gücünden beslenmişti.
Mary ve Lee Blair’in yolları, 1950’lerin ortasında Disney ile kademeli olarak ayrılmaya başladı. Mary, özellikle Peter Pan, Cinderella ve Alice in Wonderland gibi projelerdeki katkılarıyla Disney’in görsel kimliğini yeniden tanımlamıştı. Ancak zamanla Mary, animasyon sektöründen uzaklaşıp serbest illüstratör olarak çocuk kitapları üzerine çalışmaya başladı. Renkli hayal gücü, özgür ruhu ve kendine has paletiyle Disney sonrası kariyerinde de ilham kaynağı olmaya devam etti.
Lee ise sanat hayatına farklı kanallardan devam etti. 1950’li ve 60’lı yıllarda Amerikan Watercolor Derneği başkanlığı yaptı ve sanatı eğitici yönüyle sürdürdü. Disney’den sonra da animasyon sektöründe zaman zaman çalıştı ama daha çok su renkleriyle olan bağını ön planda tuttu. Renk teorisi, tasarım ve klasik sanat eğitimi konusundaki bilgisiyle birçok genç sanatçıya ilham oldu.
Mary Blair, 26 Temmuz 1978’de hayata gözlerini yumdu.
Lee Blair ise 19 Nisan 1993’te vefat etti.
Bugün, her ikisinin de sanatsal mirası Disney animasyonlarının temel taşları arasında yer almakta. Özellikle Mary Blair’in çalışmaları hâlâ birçok filmde, sergide ve sanat kitabında referans olarak kullanılıyor. “It’s a Small World” temalı park tasarımı, onun belki de en popüler mirası olarak hâlâ milyonlarca ziyaretçiyi büyülüyor






